22 Ağustos 2009 Cumartesi
Hazırlanın kızlar Avatar geliyor!
13 Ağustos 2009 Perşembe
Bir Şezlong Hikayesi
Harun Kolçak’ın hareketli parçalarıyla bana eşlik ettiği zorlu bir otobüs yolculuğu sonunda otele vardım. Zira zorlu bir yolculuk geçirdiğimden dolayı bir soluklanayım da kendime geleyim demeden havuza koştum. Havuzun orda müzik çaldığını duymama rağmen sırf artizlik olsun diye mp3 çalarımı da götürdüm. Götürdüm çünkü genç kızlar orda çalan müziği beğenmediğimi anlasın farklı bu çocuk desinler dedim kendi kendime. Havuza vardığımda dolu şezlonglar bana yer seçim şansı tanımamış ve güneş ışınlarına maruz kalacağım bir boş yer göstermişti. Gariban gibi arkalara atılmış tek boş şezlong benim onu sahiplenmemle yeniden doğmuştu. Etrafıma bakınmamı ve iyice incelememi söyledi şezlong. Neden böyle söyledi hemen anlamıştım. Kaslılarla bir yarışa girişiyordum ve benim ona göre planlarımı yapmam lazımdı. Havuz başındaki ve havuzdaki az sayıdaki genç kızlar eminim onlar tarafından kapılmak üzereydi. Gerçi sonra ortamı iyice süzdüğümde kız olmadığını fark ettim. Sinirlenmiştim şezlonguma. “Ne heyecan yaptırıyon olum! Bi skim yok burada bi kaslıya bi az kaslı düşüyo” diyerekten azarladım onu. Sonradan önüme bakmamı söyledi ve sanırım onu azarladığım için de birkaç küfür söyledi. O an yanıldığımı ve ne kadar dikkatsiz olduğumu farkettim. Bu bir anlık dikkatsizlik bana bir kaslının mutluluğuna mal olabilirdi. Hemen önümde şezlonguna yüzüstü yatmış, bana doğru dönmüş, kitap okumakta bir av belirdi. Av bir yavru ceylandı. Benim gibi yavru bir avcıyı zorlayacak türden bir yavru ceylandı ama varsın zorlasın dedim. Hemen plan yapmam lazımdı. Yavru ceylan hakkında bilgi toplamam ve iyi bir gözlem sonrası doğru tespitler yapmam gerekiyordu. O an sadece gözüme ilişen RayBan marka ama tam RayBan değil gibi concon gözlükleri, kırmızı-turuncu-beyaz renkteki bikinisi vardı ve bir conconun asla okumayacağı bir vampirin bir rocker kıza (aslında kitapta değil ama gerçekte öyle) aşkını anlatan Twilight: New Moon adlı kitabın Türkçe çevirisini okumaktaydı. Zaten İngilizce çevirisini okusaydı şansım 0 olurdu ve kalkıp gider kaslılarla günümü gün ederdim. Ben bu tespitlerimi yapadururken şezlongum da boş durmamıştı bana av hakkında edindiği bilgileri vermişti. Ceylanımız annesi ve babasıyla tatile çıkan o da yetmezmiş gibi tam sopalık, zibidi erkek kuzenini de yanında getiren bir dişiydi. Tespitler yapılmıştı ve sıra plandaydı ama aklıma gelen tek plan okuduğu kitaptı ve ben de aynı kitabı okuyordum. Fakat havuza götürmeyi unuttuğum kitap ilk planımı yıkmıştı ve tek yapabileceğim mp3 çalar planıydı. Önceden de düşündüğüm gibi havuzbaşında çalan müziği değil kendi müziğimi dinleyecektim. Diğerleri gibi kaslı bir bünyeye sahip olmadığım için anca böyle s.k gibi planlarla avlanacağımı düşünmem benim de ne kadar s.k gibi bir adam olduğumu gösteriyordu aslında ama tabi kimse düşüncelerimi okuyamazdı. Ben mp3lerimi dinlerken karton çay bardağına doldurulmuş havuz suyuyla geldi zibidi. Zibidi olduğu kendini belli ettirmeden yavru ceylanın sırtına suyu boşlatmasıyla belli olmuştu. Zibidiyi ele aldığımızda, aslında ele almaya değer hiçbir şeyi yoktu. Açık sarı şortuyla havuzdan yeni çıktığı anlaşılıyordu. Aslında anlaşılan sarı şortunun transparan şort özelliği yaratmasıydı. Islak mayonun altındakileri Cine5’i şifreli izler gibi izleyebilirdi dileyen. Arkasını döndüğünde kılsız vücudunun aslında tamamen kıllı olmadığını da şort yardımı ile öğrenmiştim. Zibidinin havuz dışındaki su şakalarına katlanamayan yavru ceylan çareyi onla havuza girmekte bulmuştu. Daha yakın olayım daha bir dikkatini çekeyim diyerekten ben de girmeye çalıştım suya. Olmadı yapamadım. Suyun soğukluğu bana engel oluyordu. Suya soğukluğu nedeniyle bir türlü giremeyen benim gençler için böyle durumlar hayli zordur. Eğer av, avcıyı bu tırt haliyle yakalarsa durum asla değişmez onun için avcı hep tırtır. O sıralarda kendi derdimle uğraştığım için avımla ilgilenememiş, yakalanıp yakalanmadığı öğrenememiştim. Sonunda suya girip 2 tur yüzdüm. Amacım ne kadar iyi bir yüzücü olduğumu göstermekti. Fakat döndüğümde tekrar şezlonguna dönmüştü yavru ceylan. Neler olup bittiğini anlamalıydım. Eğer tırt halimi gördüyse artık her şey bitmişti. Şezlonguma döndüğümde kötü haberleri almıştım. Şezlongum yanlış planlarım yüzümden avımın yavru ceylanlıktan çıkıp bir Bugs Bunny’ye, benimse bir Elmer’e bir Yosemite Sam’e dönüştüğümü söyledi.
5-10 dakika sonra…
“İyice ezilmeyeyim bari öyle hemen kaçmak olmasın biraz cool takılayım” diye düşündüğüm için bu kadar süre bekledim ama olmadı odama ilerlerken boynum büküktü.
Sonraki günler
Eski şezlonguma ilgi çoğaldı. Bense bir palmiye ağacı dibinde yaşlı menopoz teyzeler arasında kaldım. Yaşlı menopoz teyzelerden kurtulmak için kaslılar arasında sosyalleşmek daha cazip geliyordu. Kaslılarla tavla, dart ve su topu turnuvalarına katıldım. Fakat oralarda bile yıldızlaşamadım. Kaslılar su topunda maçta yıldızlaştıklarında Alex, Delgado, Rüştü gibi isimler takıyorlardı kendilerine. Hepsi birer birer yıldız olup golleri dizerken, bense defansta top kapmak için boşa kulaç atan paf takımdan gelen bir gençtim ve devre arası başka bir takıma kiralancaktım.
Ratatuy
Derse verilen arayı iyi değerlendirmek amacıyla kantine doğru yola koyulduk. Aramızda bir çift ve bir de eski çift vardı. Geriye kalanları sadece ben oluşturuyordum. Eski çiftin kız tarafı okulda o ana kadar hiç görmediğimiz bir çocukla karşılaşmıştı ve konuşmaya başlamıştı. Kantine vardığımızda kendilerini soyutlamışlardı ve çaprazımızdaki bir masaya oturmuşlardı. Eski çiftin kız tarafını haliyle biraz yadırgadık ama çocuğu pek kafaya takmadık aslında. O gün sonunda aynı grup olarak kantine gittiğimizde eski çiftin erkek tarafı olan Can, ben ve ders bitince okula gelen en yakın arkadaşımız Serdar, diğerlerinden kopup arkalarında bir masaya oturduk. Resmen eski çiftin kız tarafından sabahki olayın intikamını alıyorduk her ne kadar birbirimize neden orda oturduğumuzu söylemesek de. Birkaç dakika sonra eski çiftin kız tarafı eski sevgilisine ve bana çok kızmış olsa gerek yanımıza geldi ve o tiz sesiyle bağırarak kantin ortasında rezil olmamıza sebebiyet verdi. Bahane olarak eski kız sevgiliye sabahleyin bizle değil o tanınmayan çocukla oturmasını öne sürdük. Olmadı dindiremedik. Bas bas bağırıyordu, alçak tavanlı geniş kantinde sesi yankılanıyordu. Diğer çiftin gelmesiyle olaylar karıştı. Şimdiye kadar yaşadığımız bütün gergin anları tartıştık.10 dakika kadar sonra hallettik her şeyi ama hiçbir şey eskisi gibi olamazdı. Hepsi o tanınmayan çocuk yüzündendi. Gruptaki bütün dengeleri altüst etmişti. Kendisi kırılma noktasıydı ama farkında değildi. Biz de değildik.
Serdar, Can ve ben konserin başlamasına saatler kala salonda yerlerimizi almıştık. Hemen fotoğraf makinesini çıkardım. Canım salondaki insanları çekmek istiyordu. Can hemen yanımda oturmuş şunu çek bunu çek gibi şeyler söylüyordu. Ben dediğini yapmadım kendisini çektim. Sonra tanıdığımız bir kız gösterdi onu çek falan dedi çok uzaktaydı beceremedim ne yazık ki sürekli hareket ediyordu. Tam o sırada tanınmayan çocuk dikkatimi çekti. Aslında hiç de çekmedi dikkatimi falan zira kendisini hiç de sklemiyordum o sıralar. Bir müddet sonra Can o çocuğu gösterdi ve “fareye benziyor değil mi?” dedi ben ve Serdar hemen onayladık. Evet gerçekten de fareye benziyordu. Bir insan ancak bu kadar fareye benzeyebilirdi. Fareleri hayal ettim, dişleri falan geldi aklıma. Böyle ön dişler uzun sincap gibi… Ardından fare çocuğa baktım. Diş yapısı benzemiyordu belki ama tipi çok benziyordu. Sonra o çocuğun o günkü konumunu konuştuk. Orda o masada oturuşunu ikimizde hatırlıyorduk, hemen Serdar’a da söyledik. Çocuğu incelemeye aldım. Yabancı uyruklu sarışın Finlandiyalı metal gruplarından fırlamış bir elemanla konuşuyordu. Sarışın eleman belli ki konseri veren kişinin arkadaşıydı. Kendisini Barney Stinson’ın gençliğine benzettim. Neyse asıl elemana gelelim. Fare çocuk resmen çalım yapıyordu. Bir sürü kızın bulunduğu bir ortamda sahnenin orda oturmuş yabancı sarışınla konuşuyordu. Resmen yabancı dilim var konuşuyorum havalarındaydı. Her ne kadar o sarı oğlanla konuşuyor olsa da aslında bizle konuşuyordu. Bize bir şeyler anlatmak istiyordu. Adım gibi eminim ki içinden bize “İngilizcem var benim.” diyordu. Azcık uyuz oldum desem yalan olmaz. Dikkatimi başka şeylere vermeye çalıştım ama olmadı dakikalarca konuştular. Sanki evvelden beri arkadaşlarmış gibiydiler. Ellerinde Efes Pilsen bira kutuları vardı. Bira kutuları tokuşturuldu, biralar içildi. Biraz sonra Can ve Serdar’ın açtığı karı kız konularına daldım. Her şey unutuldu.
Sık sık görüyorduk fareyi artık. Ama nedendir ki hiç mi hiç onun hakkında konuşmadık aramızda. Uzun bir müddet sonra Nilüfer adını verdiğimiz arkadaşımızın fareyle olan arkadaşlığını öğrendik. Nilüfere farenin fareye ne kadar benzediğini söyledik. Yadırgadı. İsmi Fırat’mış meğer. Fare ve Fırat’ın ad olarak ne kadar birbirine benzediğini düşünmeden edemedim. Fare konusu konuşuldukça konuşuldu. Bizim fare dememizi sevmiyordu. Ona ismiyle hitap etmemizi söyledi. “Maymun Çarli’ye maymun denmesine kızar gibi kızıyor işe bak!” diye içimden geçirdim. Nilüfer çocuğun müzik yaşamından falan bahsediyordu sürekli. Bizse farenin müzik yaşamını kötülüyorduk. “Bence bizim Hakan’ın müzisyenliği çok daha kıral” diye laflar ediyorduk. Yemiyordu tabi. Yok neymiş Fırat’ın rock grubu varmış. Başlarım öyle gruba. Yok neymiş Yüxexes’e çıkmış bunların grup. Ulan ben zaten Yüxexes’i en son izlediğimde sunucu denyo, Chelsea’ye çelsi dediği için hayatımdan sildim o programı. Benim için varsa yoksa kıral tvdeki Umut Kuzey’in sunduğu KonuşaRock adlı program. Bir ara ben ve Can iyice abartmıştık. “Fırat koyyim da tur at.”, “Fırat g.tün kaç kanat?” gibi laflar ediyorduk Nilüfer’in yanında. Ben fareyi kötüleme sarhoşu olmuştum resmen iyice abarttım ve kendimi ön plana çıkarmak istedim. “Sezer herkesi yener.” Diye uydurduğum bir laftan sonra ortamda sessizlik oluştu. Hemen kaçtım oradan. Neden bu kadar sıçış bir laf söyledim sebebini ben de bilmiyordum. Neyse ki hepsi unutuldu. Yalnız günbegün Nilüfer’in artık bizle değil fare çocukla takıldığını anladım. Bu benim için bir savaş başlangıcı demekti. Bunca zamanlık arkadaşlığımızı bozuyordu fare. Hem de ortamımızda hiç bulunmadan, bizi hiç tanımadan. Nilüfer’i tekrar kazanmanın yollarını bulmalıydım. Zaman geçiyordu. Ben fareyi kötüledikçe fare süper prim yapıyor ve Nilüfer her haftasonu farenin aralarında bulunduğu bir takım cins cins insanlarla takılıyordu. Bense evimde oturup ders çalışmayı planlayıp bilgisayar başında rapidshare yardımıyla indirdiğim dosyaların inişini izliyordum. %100 olunca her birinde ayrı seviniyordum.
Geçenlerde Nilüfer, ben, Serdar okulun bahçesinde bir masada otururken bu fare çocuk geldi. Serdar’la falan tanıştılar. Ayaküstü muhabbete başladılar. Yetmedi oturdu utanmaz fare masamıza. Giyimi çok ilginçti. Giydiği gömleği en son Avrupa Yakası’ndaki Azim adlı karakterde görmüştüm. Bordo gömleği parlamakla kalmıyordu, bir de üstünde küçük çorap desenleriyle dikkat çekiyordu. “Pezevenk gömleği lan bu resmen” dedim. Dedim, dedim ama içimden dedim. Gözlüğünü eline alıp oynamaya başladı, Rayban yazısını gördüm. Aksaray’daki Beyaz Geceler adlı rock pavyona çok yakışıyordu bu tarz bir fare. Neyse içimden napıp edip bu çocuğu bu masa da yerin dibine sokacam dedim. Yarış benim için başlamıştı artık. Fare ortama hızlı bir giriş yaptı. Aptal saptal espriler yapıyordu. Masada ben hariç herkes kahkahalarla eşlik ediyordu bu esprilere. Ama yok lan hakkını yemiyeyim, ben de güldüm birkaçına. Baktım fare beni etkisi altına alıyordu. Buna izin vermemeliydim. Ben de konuştum. Konuştukça konuştum. Fakat benim için potansiyel bir tehlike arz eden Serdar’ı göz önüne almamıştım. Serdar da hakkımda atıp tuttu. Artık masada espri konusu olmuştum. Fare ve Serdar yaptıkları esprilerle Nilüfer’in gözdesi olmuştu. Fare ve Serdar ikili olmuştu. Fare çoşmuştu artık. Okuldaki hocaları msne eklediğini falan söyledi. Bunu söylerken nasıl prim yaptığını kendisi de iyi biliyordu. Benim yüzümden ise “prim yaptığı şeye bak amq” dediğim anlaşılıyordu. Biraz sonra fare ve Nilüferin haftasonu tekrar bir yerler gideceklerini öğrendim. En sonunda kalktım masadan çok sinirliydim. Artık Nilüfer bir daha benle takılmayacak hatta Serdar bile fare çocukla takılacaktı. Eve gidene kadar fareyi düşündüm. Defolup gitmesini istedim bu ülkeden. Kendi kendime “Nasıl kazanır lan bu mal bu bölümü?!” diye soruyordum kendime. Evde msne girdim. Can onlayndı. Ayrıca kişisel iletisi de benim düşüncelerime tercümandı. “Çık hayatımdan fare çocuk!”
Bir Gün... Bir Sosyal Tespit Kuzeni...
Süre kısmına baktığımda 32:44 yazıyordu tam 10 dakika kalmıştı ilk 12 bölümün bitmesine. Sonraki 12 bölümü henüz çekemediğim ve çekmeye üşendiğim için içim sıkılıyordu. Son 5 dakikaya girilirken Lucas’ın Peyton’ı öpmesiyle, dizi bana dışarıdaki yaşamı hatırlattı. 2 haftadır evden çıkmayan biri olarak insanların öpüştüğünü görmek çok acayip gelmişti o an. Derhal kendime çeki düzen vermeliydim. Meseneye girip kuzenim Utku’ya yanına geleceğimi söyledim. Belli ki kız arkadaşı olmayan biri olarak o da çok sevinmişti bu duruma. Kısa mesafelik bir yere yetişmem lazımdı ilk önce. Yetişmem gereken şey saat başı kalkan bir deniz otobüsü olduğu için taksiye bindim. Yolun sonunda taksimetreye baktığımda sadece 5 Ytl yazıyordu. Çıkardım 50 lira verdim. Adam bozuk olmadığını söyledi ve kendisi de bozuldu. Anlamadığım adama parasını veriyorum ama adam para üstü veremem diyor. Sadece 45 lira verecek. Nasıl bir taksiciyse yola nasıl çıkıyorsa yanına para almayı unutuyor herhalde diye düşündüm. “E bari şuradaki taksi durağında bozarlar belki bekle bir sorayım.” dedim ve indim. Döndüğümde onların da bozamadığını anlayan taksici iyice artistlenmişti. Sanki parasını vermiyormuşum gibi çalım yapıyordu. Sinirlenip yetişmem gereken bir deniz otobüsü olduğunu ve parayı ona sonra getireceğimi söyledim. Tam giderken “Giden geri gelmez!” diye seslendi. İyice sinirlenip el kol hareketi yaptım ve ardıma bakmadan gittim.
Deniz otobüsünden inip dolmuşa bindim. Dolmuştan inerken otomatik kapısına sıkışan parmağım sızım sızım sızladı. Bir bu eksikti diye düşündüm. İnip baktım. Başparmağım yallı yullu bir hal almıştı. Derisi kalmadığı yetmemiş gibi kanlar da akıyordu. Çocukluğumdan sonra çok az yerim kanadığı için acı kavramını unutmuş olsam gerek ağlayacak duruma geldim. Uzun süre dışarı çıkıyordum ve her türlü bela beni buluyordu. Migros’a girip Migros Kolonyalı Mendil aldım. Kolonyanın yaktığı yara temizlendi. Bir süre sonra kuzenimi bana doğru gelirken gördüm. Pizza Hut’a oturup yemek yemeye karar verdik. Pizzalar yendi, dedikodular yapıldı. Oradan kalkıp Djarum Black almaya giderken bulduk kendimizi. Gazetecide vardır belki diye düşünüp sorduk. Adam “Ali var bak orda Ali’ye git” diye fısıldayıp karşı kaldırımda bir yeri gösteriyordu. Anlamadığımız yere doğru gittik. Tekelci gibi bir yer bulduk. Utku inip yaşlı başlı adama “Ali sen misin biz Djarum Black istiyoruz.” dedi. Yaşlı başlı adam korkmuştu resmen ellerini havaya kaldırdı ve “valla ben de yok” gibisinden bir şeyler söyledi. Neler olduğunu tam anlayamadan Utku’yla yaşlı başlı adam gülüştüler. Sonunda Utku geldi ve yeri öğrendiğini söyledi. Dönercinin içinden geçip bir apartmana ulaştık. Artık yasa dışı bir olay üzerindeydik. Yıkık dökük apartman her şeyi açık açık göz önüne seriyordu. Apartman önünde bir adam durmuş bekliyordu. Sorduk, o da Ali’yi bekliyormuş. Aradan 10 dakika geçtiğinde Ali ortalarda yoktu ve kapıda kuyruk oluşmuştu. Tam yakalanacağımızı düşünüp baskın olacağını sandığım an Beşiktaş marşı çalan telefonuyla Ali belirdi. Utku Ali’yle muhabbet etti sigara almakla kalmayıp. Resmen arkadaş olmuşlardı. Ali’ye kendini hemen benimsetmişti. Dönüp giderken Ali’nin avukatı olmak istediğini bile söyledi. Avukat kuzen Utku 2 dakika ayaküstü muhabbet yaptığı sahte sigaracı Ali’nin şimdi avukatı olmak istiyordu. “Oha lan” dedim kendi kendime ve muhabbeti başka yerlere çektim ama bu Ali mevzusu burada sonuçlanmayacaktı.
Başka bir mekana yürürken yolda eski metalci yeni tikky Sena’yı gördüm. Güzelim kızıl saçlarını sarı gibi bir şey yapıp kendi tarzından iyice kopmuştu. Konuştuk ayaküstü. Ne o yanındaki güzel gibi kızı benle tanıştırdı ne de ben yanımdaki yakışıklı gibi kuzeni onla tanıştırdım. Yolumuza devam ettiğimiz sırada Utku niye tanıştırmadığımı üzülerek sordu. Nedenini benim de bilmediğimi söyledim ama kafayı takmıştı bir kere. Oradaki hıncını kızın tarzıyla benim tarzımı karşılaştırarak yapmaya karar vermişti. Eskiden bir rocker, bir metalci, bir gotik gibi olan Sena’nın şimdilerde tikky olmasına sevindiğini belirtti. Ardından benim hala mal gibi rocker gibi giyindiğimi söyledi. Konuştukça konuştu. Benim giyimimi ele aldı. Üstümdeki lacivert Kappa t-shirtten başladı, siyah kotumla ve siyah Adidas ayakkabımla devam etti. Konuşmasını bitirdiğinde yeni bir sosyal statü yaratmıştı. “Marka Rocker”. Tüm akşam boyunca marka rockerlık ve Ali üzerine muhabbet edildi. Gece olduğunda sadece bira içilip yer fıstığı yenen az kızlı bir mekana girdik. Yaralı başparmağım en çok sıkıntıyı burada kabuk soyarken çekti. İlerleyen saatlerde aramıza sonradan katılan Utku’nun arkadaşı ve Utku kalkıp İstanblue’ya gitmemiz gerektiğini söylediler. Sürekli İstanblue’yu övdüler, orada bir sürü kız olduğunu söylediler. Tekel bayii bulup birkaç birşeyler aldılar ve yola koyulduk. Yol Caddebostan sahilinde son buluyordu. Ortalıkta kapalı mekan ve kız göremediğim için şok olmuştum. Torbadan votka çıkardıklarında üstünde İstanblue yazıyordu. Benim için yine hayal kırıklığı yine hüsrandı. Bütün gece yenildi içildi ve eve dönülüp yatıldı. Ertesi gün uyandığımda bir önceki günün benim için anlamını ve kim olduğumu ekşisözlükte yeni bir başlık altında okudum.
marka rocker
- 18-19 yaşlarında "rocker" lığa adıma atan yurdum genci, ilerleyen 2 sene içerisinde etrafındaki güzel kızların, yeni yeni sosyal sınıflara dağılmasıyla arada kalır. yavru ceylan ya rockerlıkta ısrar edip günden güne hızmayla dövmeyle bedenini dolduracak, ya da;
" lan tikymi olsam melisler pelinler cerenler birer birer etrafımdan salata yemeye dağıldılar!"
stresiyle tiky olmayı da bi yandan gururuna yediremeyecek ve adidas, nike ve benzer marka önce siyah ardından çeşitli renklerde tshirtlerle gardrobunu dolduracaktır. o artık marka rockerdır, rock n coke 'dur, candır, canandır.