29 Ekim 2009 Perşembe

Haydi Gençler Siz de Çadır Kurun ;)



Evet görmüş olduğunuz gibi Meet Bill filminden bir sahneyle karşınızdayım. Maksadım oturup burda filmi eleştirip prim yapmaya çalışmak değil. Filmi övmek hiç değil. Ama illa film hakkında bilgi vermemi falan istiyorsanız da bilgi falan veremem oturun izleyin. Zaten bütün gün okulunuzda, iş yerinizde, evinizde sürekli facebookta sürtüyorsunuz, azcık işe yarayın bari. Neyse asıl anlatmak istediğim sahne ile müzik uyumu. Bir filmi daha çekici yapan unsurlardan biri de müziktir ki bu filmde de bunu iyi kullanmışlar. Çok sıradan giden bir film Meet Bill, taa ki bu sahneye kadar. Vallaha içim kımıl kımıl oldu bu sahne de bi canlanma geldi bana izlerken. Sahneyle de bir hayli uyumlu Röyksopp'un "What Else Is There" adlı şarkısı. Haydi şimdi videoyu izleyin, siz de çadırınızı kurun. ;)

28 Ekim 2009 Çarşamba

Full Moon



Kendisini pek sevmediğimiz Twilight filminin soundtracklerinden biridir kendisi. Daha önce bu "The Black Ghosts" adlı grubu duymamıştım. Sağol, var ol Twilight. Kitabını zaten seviyordum, filmini de artık seviyorum bu şarkıyı bana dinlettiğin için, bu grubu bana tanıttığın için. Gene izlicem seni. Gene görcem ciğerim Bella'mın bu şarkı eşliğindeki Forks'a yolculuğunu.

15 Ekim 2009 Perşembe

Naylon Etkisi

Zar zor uyandığım bir 19 Mayıs sabahı havanın açık ama esintili oluşuna aldırmayıp üstümde bir tişört ve bir şortla çıktım dışarı. Havanın ilerleyen saatlerde çok ısınacağını düşünen ben dışarı adımımı attığımdaki soğuk hissine aldırmadan yola koyuldum. İlk önce Kabataş’a gidip tam 17 arkadaşımla buluşacak ve sonrasında onlarla Büyükada’ya gidecektik. Kabataş’a vardığımda benden başka şort giyen insanın olmaması beni derinden yaralamıştı. Kendimi bu yüzden suçlamamam gerekti ve üzerinde daha fazla durmamalıydım yoksa bütün günü mutsuz bir şekilde geçirebilirdim. Vapurun kalkma saati geldiğinde metrolarda, tramvaylarda ve akbil yükleme gişelerinde anons yapan kadın gibi konuşan iş kadını gibi kız Nilüfer ortalıklarda yoktu kendisini 3. kez aradığımızda Beşiktaş’ta Üsküdar iskelesinde olduğunu söylemişti. Vapura binip Nilüfer’i arkamızda bıraktık. Neyse ki anonsçu kız Nilüfer şanslıydı ve bir sefer daha vardı binebileceği. Adaya indiğimizde başka vapurlardan gelecek birkaç arkadaşı beklemeye koyulduk. O sırada beklemenin verdiği stres ve rahatsızlık beni harekete geçirmiş, kendimi bizim Trabzonlu Serdar’la şakasına kavgaya tutuşmuş olarak buldum. Tam olarak kavgaya tutuşmasak da teknik açıdan bir kavgaya benziyor gibiydi. Ben ağzım burnum dağılmasın diye Serdar’dan geri geri kaçarken kendimi çarpıttığım (bu fiili ilk defa böyle bir cümle içinde kullanarak anlamını değiştirdim he mi?) arkamdaki varlıkları görmemiş olmalıydım. Zaten geri geri giden bir canlı nasıl arkasını görebilsin ki öyle değil mi a dostlar? Arkamda kendimi çarpıttığım insanlar nasıl insanlardı acaba diye düşünmeye kalmadan bana gereken cevabı kendileri verdiler. Şu an bu yazıyı yazarken, aslında ne dediklerini pek hatırlamıyorum ama sanırım “Önüne baksana beeeeeeeee!” ve “Yuuuhhh dikkat etsene beeeeee!” gibi bunların türevi olan laflar söylemiş olacaklardı ki “Ahha! Bu bir Fedon kılıklı Bayan Moda Yaşlısı” dedim o an. Gerçekten de haklıydım. Bir Bayan Moda Yaşlısı ve onun kılıbık, haram para yemiş, pezevenk görünümlü eşi önüne bakmadan yürümekle kalmıyor bir de “önüne baksana” diyerek geri geri giden bana akla zarar bir laf söyleniyordu. “Neyse sakin olmalıyım” desem de içimden tutamadım kendimi ve o an aklıma ilk gelen şey olan Kutsal Damacana’nın en sevdiğim repliğini haykırdım arkalarından. “Ulan devleti soyup soğana çevirdiniz bee! Orrr.sssp. çocukları!”. Bu laflar ağzımdan filmdeki replik icabı yavaş yavaş çıktığı için dingil çiftle aramız çok açılmıştı. Maalesef duyuramadım sesimi. Olmadı yapamadım, beceremedim. Yenilginin verdiği acı bütün vücudumu sarmıştı ve ben günü kurtaramazdım.
Moda yaşlılarının bende bıraktığı etki ada dönüşü azaldı. Artık çift aklımdan yitip gidiyordu.
Vapura bindiğimde hiçbir yerin boş olmaması şaşırtmamıştı beni. Zira çift g.tlü kadınlarla dolu olan vapurda bir koltuğa oturan kadın sayısı normalde 4 iken 2’ye düşmüştü. Nilüfer çakallığı sayesinde boş bir yere oturmuştu. Beni de yanına çağırıp sığdırmaya çalıştı koltuğa. Fakat popomun sol lobu dışarı taştığından dolayı hemen yere tezgah kurdum. Genç velet kızlardan ve bir bebek bekleyen çiftten oluşan karşılıklı 2 koltuktan birindeydi akbil gişesi bayanı Nilüfer. Her şey sıradan ve gayet güzel giderken bir canavar gelip koltuğa sıkışmaya çalıştı. Sarı saçlı mavi gözlü bunların aksine pislik tipli 50 yaşlarındaki yüzsüz kadın kenafir gözlerini koltuğa dikmiş ve eyleme geçmişti. Koltuğa oturmayı başaramayan kenafir gözlü Nilüfer’in üstüne oturmayı başarmıştı. Zavallım Nilüfer sesini çıkaramamış kenafir gözlere boyun eğmişti. Bu durumu kabullenemeyen ben sırf karıya kıllık olsun diye çift kişilik yer barındıran g.tünü titretmeye çalıştım. Evet, cep telefonu yardımıyla bunu başarmıştım fakat kadın hissiz ve yüzsüzdü, yılmıyordu. Bütün bunların üstüne yanındaki velet kızların omzuna dayamıştı kafasını. Bir sevgili gibi uyuyordu tanımadığı omuzlarda. Genç kızların hayret içeren bakışlarına şebek gibi gülerek karşılık veriyordu. Bir sonraki durakta inen kızların ardından laflar etmeye başladığını da duyuyordum. “yer de vermiyorlar” gibilerinden laflar eden kenafir gözlü bu lafların ardından fenalaşmaya başladı. Herkesten poşet istemeye başlayan kenafir gözlü hıyar sanırım kusacaktı. Kirli mavi gözleri alev alev yanmaya başlamıştı ve artık bütün yolcular için bir tehlike unsuruydu o vapurda. Nihayetinde, içine migrosta maydonoz, domates ve bir takım sebze,- sistemleri konulan bir naylon buldu ve böğürmeler başladı. Nilüfer gözlerini kapamıştı, ben ise olan biteni şaşkınlıkla seyrediyordum. Bebek bekleyen çifte gelince ter dökmekle meşguldüler ve bu olayın bebeklerinde bırakacağı etkileri düşünüyorlardı. Böğürmeler bizi de böğürtecek kadar kıvama gelince sarı sarı kusmukla doldurdu naylonu. Kokusu her tarafa sindi. Birkaç dakika sonra da indi vapurdan. Sabah Moda yaşlısı, akşam kenafirli yaşlı benim ise gözler yaşlı…

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Hazırlanın kızlar Avatar geliyor!

Avatar adı verilen film ile James Cameron'ın suskunluğunu bozacağı belirtiliyordu aylardır medyada. Evet haklılarmış, dün 3D öngösterimine gittim ve 5 sahne izledim. İzlerken neye uğradığımı şaşırmıştım. Hayatımda görmediğim türden bir film olan Avatar tahminimce sinema tarihinde bir milat olacak. Ne kadar çok abarttığımın ve beklentileri yüksek tuttuğumun farkındayım ama izledikten sonra abartmamış bu çocuk diyeceksiniz.
Gelelim filmle ilgili en önemli konuya. Hepimiz biliyoruz ki Fight Club ile başlayan The Dark Knight ile devam eden bir "sinema üzerinden 'prim yapma' veya başka bir deyişle 'ekmek yeme' sorunu ülke çapındaki bütün üniversiteleri ele geçirmiş durumda. Benim asıl korkum kızlarımız saf. Neden? Eternal Sunshine of the Spotless Mind adlı filmi bulunduğu her ortamda öven erkek insanını düşünün. Asıl amacı nedir hiç mi merak etmediniz yoksa? Bu insanın filmin yönetmeni, yapımcısı veya Jim Carrey olmadığını çok iyi biliyoruz yani dvd satışlarını patlatmak niyetinde değil. Tek bir amacı var. Kendi türünün dişisine kur yapmak. Buna rağmen görüyorum ki başarılı da oluyorlar. Şimdi gelin de saf demeyin. Ulan salak kız! zaten adama 1 ayda kaç film izledin desen 0 der. Eternal Sunshine of the Spotless Mind'ı da zaten 3 yıl önce izlemiştir. Neyse ne anlatmak istediğimi anlamışsınızdır. Kızlar dikkatli olun, öyle hemen oltaya gelmeyin önceki filmlerde olduğu gibi. Bir de senin bu yaptığın ne şimdi demeyin. Benim bir farkım var ben primi ilk yapmaya çalışan başarısız bir gencim ve çok masumum.
(Avatar 18 Aralık 2009'da sinemalara giriyor. İnşallah sevgili adayları filmi 3D izleyemez de mutlu sona ulaşamazlar.)

13 Ağustos 2009 Perşembe

Bir Şezlong Hikayesi

İlk Gün

Harun Kolçak’ın hareketli parçalarıyla bana eşlik ettiği zorlu bir otobüs yolculuğu sonunda otele vardım. Zira zorlu bir yolculuk geçirdiğimden dolayı bir soluklanayım da kendime geleyim demeden havuza koştum. Havuzun orda müzik çaldığını duymama rağmen sırf artizlik olsun diye mp3 çalarımı da götürdüm. Götürdüm çünkü genç kızlar orda çalan müziği beğenmediğimi anlasın farklı bu çocuk desinler dedim kendi kendime. Havuza vardığımda dolu şezlonglar bana yer seçim şansı tanımamış ve güneş ışınlarına maruz kalacağım bir boş yer göstermişti. Gariban gibi arkalara atılmış tek boş şezlong benim onu sahiplenmemle yeniden doğmuştu. Etrafıma bakınmamı ve iyice incelememi söyledi şezlong. Neden böyle söyledi hemen anlamıştım. Kaslılarla bir yarışa girişiyordum ve benim ona göre planlarımı yapmam lazımdı. Havuz başındaki ve havuzdaki az sayıdaki genç kızlar eminim onlar tarafından kapılmak üzereydi. Gerçi sonra ortamı iyice süzdüğümde kız olmadığını fark ettim. Sinirlenmiştim şezlonguma. “Ne heyecan yaptırıyon olum! Bi skim yok burada bi kaslıya bi az kaslı düşüyo” diyerekten azarladım onu. Sonradan önüme bakmamı söyledi ve sanırım onu azarladığım için de birkaç küfür söyledi. O an yanıldığımı ve ne kadar dikkatsiz olduğumu farkettim. Bu bir anlık dikkatsizlik bana bir kaslının mutluluğuna mal olabilirdi. Hemen önümde şezlonguna yüzüstü yatmış, bana doğru dönmüş, kitap okumakta bir av belirdi. Av bir yavru ceylandı. Benim gibi yavru bir avcıyı zorlayacak türden bir yavru ceylandı ama varsın zorlasın dedim. Hemen plan yapmam lazımdı. Yavru ceylan hakkında bilgi toplamam ve iyi bir gözlem sonrası doğru tespitler yapmam gerekiyordu. O an sadece gözüme ilişen RayBan marka ama tam RayBan değil gibi concon gözlükleri, kırmızı-turuncu-beyaz renkteki bikinisi vardı ve bir conconun asla okumayacağı bir vampirin bir rocker kıza (aslında kitapta değil ama gerçekte öyle) aşkını anlatan Twilight: New Moon adlı kitabın Türkçe çevirisini okumaktaydı. Zaten İngilizce çevirisini okusaydı şansım 0 olurdu ve kalkıp gider kaslılarla günümü gün ederdim. Ben bu tespitlerimi yapadururken şezlongum da boş durmamıştı bana av hakkında edindiği bilgileri vermişti. Ceylanımız annesi ve babasıyla tatile çıkan o da yetmezmiş gibi tam sopalık, zibidi erkek kuzenini de yanında getiren bir dişiydi. Tespitler yapılmıştı ve sıra plandaydı ama aklıma gelen tek plan okuduğu kitaptı ve ben de aynı kitabı okuyordum. Fakat havuza götürmeyi unuttuğum kitap ilk planımı yıkmıştı ve tek yapabileceğim mp3 çalar planıydı. Önceden de düşündüğüm gibi havuzbaşında çalan müziği değil kendi müziğimi dinleyecektim. Diğerleri gibi kaslı bir bünyeye sahip olmadığım için anca böyle s.k gibi planlarla avlanacağımı düşünmem benim de ne kadar s.k gibi bir adam olduğumu gösteriyordu aslında ama tabi kimse düşüncelerimi okuyamazdı. Ben mp3lerimi dinlerken karton çay bardağına doldurulmuş havuz suyuyla geldi zibidi. Zibidi olduğu kendini belli ettirmeden yavru ceylanın sırtına suyu boşlatmasıyla belli olmuştu. Zibidiyi ele aldığımızda, aslında ele almaya değer hiçbir şeyi yoktu. Açık sarı şortuyla havuzdan yeni çıktığı anlaşılıyordu. Aslında anlaşılan sarı şortunun transparan şort özelliği yaratmasıydı. Islak mayonun altındakileri Cine5’i şifreli izler gibi izleyebilirdi dileyen. Arkasını döndüğünde kılsız vücudunun aslında tamamen kıllı olmadığını da şort yardımı ile öğrenmiştim. Zibidinin havuz dışındaki su şakalarına katlanamayan yavru ceylan çareyi onla havuza girmekte bulmuştu. Daha yakın olayım daha bir dikkatini çekeyim diyerekten ben de girmeye çalıştım suya. Olmadı yapamadım. Suyun soğukluğu bana engel oluyordu. Suya soğukluğu nedeniyle bir türlü giremeyen benim gençler için böyle durumlar hayli zordur. Eğer av, avcıyı bu tırt haliyle yakalarsa durum asla değişmez onun için avcı hep tırtır. O sıralarda kendi derdimle uğraştığım için avımla ilgilenememiş, yakalanıp yakalanmadığı öğrenememiştim. Sonunda suya girip 2 tur yüzdüm. Amacım ne kadar iyi bir yüzücü olduğumu göstermekti. Fakat döndüğümde tekrar şezlonguna dönmüştü yavru ceylan. Neler olup bittiğini anlamalıydım. Eğer tırt halimi gördüyse artık her şey bitmişti. Şezlonguma döndüğümde kötü haberleri almıştım. Şezlongum yanlış planlarım yüzümden avımın yavru ceylanlıktan çıkıp bir Bugs Bunny’ye, benimse bir Elmer’e bir Yosemite Sam’e dönüştüğümü söyledi.

5-10 dakika sonra…

“İyice ezilmeyeyim bari öyle hemen kaçmak olmasın biraz cool takılayım” diye düşündüğüm için bu kadar süre bekledim ama olmadı odama ilerlerken boynum büküktü.

Sonraki günler

Eski şezlonguma ilgi çoğaldı. Bense bir palmiye ağacı dibinde yaşlı menopoz teyzeler arasında kaldım. Yaşlı menopoz teyzelerden kurtulmak için kaslılar arasında sosyalleşmek daha cazip geliyordu. Kaslılarla tavla, dart ve su topu turnuvalarına katıldım. Fakat oralarda bile yıldızlaşamadım. Kaslılar su topunda maçta yıldızlaştıklarında Alex, Delgado, Rüştü gibi isimler takıyorlardı kendilerine. Hepsi birer birer yıldız olup golleri dizerken, bense defansta top kapmak için boşa kulaç atan paf takımdan gelen bir gençtim ve devre arası başka bir takıma kiralancaktım.

Ratatuy


Derse verilen arayı iyi değerlendirmek amacıyla kantine doğru yola koyulduk. Aramızda bir çift ve bir de eski çift vardı. Geriye kalanları sadece ben oluşturuyordum. Eski çiftin kız tarafı okulda o ana kadar hiç görmediğimiz bir çocukla karşılaşmıştı ve konuşmaya başlamıştı. Kantine vardığımızda kendilerini soyutlamışlardı ve çaprazımızdaki bir masaya oturmuşlardı. Eski çiftin kız tarafını haliyle biraz yadırgadık ama çocuğu pek kafaya takmadık aslında. O gün sonunda aynı grup olarak kantine gittiğimizde eski çiftin erkek tarafı olan Can, ben ve ders bitince okula gelen en yakın arkadaşımız Serdar, diğerlerinden kopup arkalarında bir masaya oturduk. Resmen eski çiftin kız tarafından sabahki olayın intikamını alıyorduk her ne kadar birbirimize neden orda oturduğumuzu söylemesek de. Birkaç dakika sonra eski çiftin kız tarafı eski sevgilisine ve bana çok kızmış olsa gerek yanımıza geldi ve o tiz sesiyle bağırarak kantin ortasında rezil olmamıza sebebiyet verdi. Bahane olarak eski kız sevgiliye sabahleyin bizle değil o tanınmayan çocukla oturmasını öne sürdük. Olmadı dindiremedik. Bas bas bağırıyordu, alçak tavanlı geniş kantinde sesi yankılanıyordu. Diğer çiftin gelmesiyle olaylar karıştı. Şimdiye kadar yaşadığımız bütün gergin anları tartıştık.10 dakika kadar sonra hallettik her şeyi ama hiçbir şey eskisi gibi olamazdı. Hepsi o tanınmayan çocuk yüzündendi. Gruptaki bütün dengeleri altüst etmişti. Kendisi kırılma noktasıydı ama farkında değildi. Biz de değildik.

Serdar, Can ve ben konserin başlamasına saatler kala salonda yerlerimizi almıştık. Hemen fotoğraf makinesini çıkardım. Canım salondaki insanları çekmek istiyordu. Can hemen yanımda oturmuş şunu çek bunu çek gibi şeyler söylüyordu. Ben dediğini yapmadım kendisini çektim. Sonra tanıdığımız bir kız gösterdi onu çek falan dedi çok uzaktaydı beceremedim ne yazık ki sürekli hareket ediyordu. Tam o sırada tanınmayan çocuk dikkatimi çekti. Aslında hiç de çekmedi dikkatimi falan zira kendisini hiç de sklemiyordum o sıralar. Bir müddet sonra Can o çocuğu gösterdi ve “fareye benziyor değil mi?” dedi ben ve Serdar hemen onayladık. Evet gerçekten de fareye benziyordu. Bir insan ancak bu kadar fareye benzeyebilirdi. Fareleri hayal ettim, dişleri falan geldi aklıma. Böyle ön dişler uzun sincap gibi… Ardından fare çocuğa baktım. Diş yapısı benzemiyordu belki ama tipi çok benziyordu. Sonra o çocuğun o günkü konumunu konuştuk. Orda o masada oturuşunu ikimizde hatırlıyorduk, hemen Serdar’a da söyledik. Çocuğu incelemeye aldım. Yabancı uyruklu sarışın Finlandiyalı metal gruplarından fırlamış bir elemanla konuşuyordu. Sarışın eleman belli ki konseri veren kişinin arkadaşıydı. Kendisini Barney Stinson’ın gençliğine benzettim. Neyse asıl elemana gelelim. Fare çocuk resmen çalım yapıyordu. Bir sürü kızın bulunduğu bir ortamda sahnenin orda oturmuş yabancı sarışınla konuşuyordu. Resmen yabancı dilim var konuşuyorum havalarındaydı. Her ne kadar o sarı oğlanla konuşuyor olsa da aslında bizle konuşuyordu. Bize bir şeyler anlatmak istiyordu. Adım gibi eminim ki içinden bize “İngilizcem var benim.” diyordu. Azcık uyuz oldum desem yalan olmaz. Dikkatimi başka şeylere vermeye çalıştım ama olmadı dakikalarca konuştular. Sanki evvelden beri arkadaşlarmış gibiydiler. Ellerinde Efes Pilsen bira kutuları vardı. Bira kutuları tokuşturuldu, biralar içildi. Biraz sonra Can ve Serdar’ın açtığı karı kız konularına daldım. Her şey unutuldu.

Sık sık görüyorduk fareyi artık. Ama nedendir ki hiç mi hiç onun hakkında konuşmadık aramızda. Uzun bir müddet sonra Nilüfer adını verdiğimiz arkadaşımızın fareyle olan arkadaşlığını öğrendik. Nilüfere farenin fareye ne kadar benzediğini söyledik. Yadırgadı. İsmi Fırat’mış meğer. Fare ve Fırat’ın ad olarak ne kadar birbirine benzediğini düşünmeden edemedim. Fare konusu konuşuldukça konuşuldu. Bizim fare dememizi sevmiyordu. Ona ismiyle hitap etmemizi söyledi. “Maymun Çarli’ye maymun denmesine kızar gibi kızıyor işe bak!” diye içimden geçirdim. Nilüfer çocuğun müzik yaşamından falan bahsediyordu sürekli. Bizse farenin müzik yaşamını kötülüyorduk. “Bence bizim Hakan’ın müzisyenliği çok daha kıral” diye laflar ediyorduk. Yemiyordu tabi. Yok neymiş Fırat’ın rock grubu varmış. Başlarım öyle gruba. Yok neymiş Yüxexes’e çıkmış bunların grup. Ulan ben zaten Yüxexes’i en son izlediğimde sunucu denyo, Chelsea’ye çelsi dediği için hayatımdan sildim o programı. Benim için varsa yoksa kıral tvdeki Umut Kuzey’in sunduğu KonuşaRock adlı program. Bir ara ben ve Can iyice abartmıştık. “Fırat koyyim da tur at.”, “Fırat g.tün kaç kanat?” gibi laflar ediyorduk Nilüfer’in yanında. Ben fareyi kötüleme sarhoşu olmuştum resmen iyice abarttım ve kendimi ön plana çıkarmak istedim. “Sezer herkesi yener.” Diye uydurduğum bir laftan sonra ortamda sessizlik oluştu. Hemen kaçtım oradan. Neden bu kadar sıçış bir laf söyledim sebebini ben de bilmiyordum. Neyse ki hepsi unutuldu. Yalnız günbegün Nilüfer’in artık bizle değil fare çocukla takıldığını anladım. Bu benim için bir savaş başlangıcı demekti. Bunca zamanlık arkadaşlığımızı bozuyordu fare. Hem de ortamımızda hiç bulunmadan, bizi hiç tanımadan. Nilüfer’i tekrar kazanmanın yollarını bulmalıydım. Zaman geçiyordu. Ben fareyi kötüledikçe fare süper prim yapıyor ve Nilüfer her haftasonu farenin aralarında bulunduğu bir takım cins cins insanlarla takılıyordu. Bense evimde oturup ders çalışmayı planlayıp bilgisayar başında rapidshare yardımıyla indirdiğim dosyaların inişini izliyordum. %100 olunca her birinde ayrı seviniyordum.

Geçenlerde Nilüfer, ben, Serdar okulun bahçesinde bir masada otururken bu fare çocuk geldi. Serdar’la falan tanıştılar. Ayaküstü muhabbete başladılar. Yetmedi oturdu utanmaz fare masamıza. Giyimi çok ilginçti. Giydiği gömleği en son Avrupa Yakası’ndaki Azim adlı karakterde görmüştüm. Bordo gömleği parlamakla kalmıyordu, bir de üstünde küçük çorap desenleriyle dikkat çekiyordu. “Pezevenk gömleği lan bu resmen” dedim. Dedim, dedim ama içimden dedim. Gözlüğünü eline alıp oynamaya başladı, Rayban yazısını gördüm. Aksaray’daki Beyaz Geceler adlı rock pavyona çok yakışıyordu bu tarz bir fare. Neyse içimden napıp edip bu çocuğu bu masa da yerin dibine sokacam dedim. Yarış benim için başlamıştı artık. Fare ortama hızlı bir giriş yaptı. Aptal saptal espriler yapıyordu. Masada ben hariç herkes kahkahalarla eşlik ediyordu bu esprilere. Ama yok lan hakkını yemiyeyim, ben de güldüm birkaçına. Baktım fare beni etkisi altına alıyordu. Buna izin vermemeliydim. Ben de konuştum. Konuştukça konuştum. Fakat benim için potansiyel bir tehlike arz eden Serdar’ı göz önüne almamıştım. Serdar da hakkımda atıp tuttu. Artık masada espri konusu olmuştum. Fare ve Serdar yaptıkları esprilerle Nilüfer’in gözdesi olmuştu. Fare ve Serdar ikili olmuştu. Fare çoşmuştu artık. Okuldaki hocaları msne eklediğini falan söyledi. Bunu söylerken nasıl prim yaptığını kendisi de iyi biliyordu. Benim yüzümden ise “prim yaptığı şeye bak amq” dediğim anlaşılıyordu. Biraz sonra fare ve Nilüferin haftasonu tekrar bir yerler gideceklerini öğrendim. En sonunda kalktım masadan çok sinirliydim. Artık Nilüfer bir daha benle takılmayacak hatta Serdar bile fare çocukla takılacaktı. Eve gidene kadar fareyi düşündüm. Defolup gitmesini istedim bu ülkeden. Kendi kendime “Nasıl kazanır lan bu mal bu bölümü?!” diye soruyordum kendime. Evde msne girdim. Can onlayndı. Ayrıca kişisel iletisi de benim düşüncelerime tercümandı. “Çık hayatımdan fare çocuk!”

Bir Gün... Bir Sosyal Tespit Kuzeni...

Süre kısmına baktığımda 32:44 yazıyordu tam 10 dakika kalmıştı ilk 12 bölümün bitmesine. Sonraki 12 bölümü henüz çekemediğim ve çekmeye üşendiğim için içim sıkılıyordu. Son 5 dakikaya girilirken Lucas’ın Peyton’ı öpmesiyle, dizi bana dışarıdaki yaşamı hatırlattı. 2 haftadır evden çıkmayan biri olarak insanların öpüştüğünü görmek çok acayip gelmişti o an. Derhal kendime çeki düzen vermeliydim. Meseneye girip kuzenim Utku’ya yanına geleceğimi söyledim. Belli ki kız arkadaşı olmayan biri olarak o da çok sevinmişti bu duruma. Kısa mesafelik bir yere yetişmem lazımdı ilk önce. Yetişmem gereken şey saat başı kalkan bir deniz otobüsü olduğu için taksiye bindim. Yolun sonunda taksimetreye baktığımda sadece 5 Ytl yazıyordu. Çıkardım 50 lira verdim. Adam bozuk olmadığını söyledi ve kendisi de bozuldu. Anlamadığım adama parasını veriyorum ama adam para üstü veremem diyor. Sadece 45 lira verecek. Nasıl bir taksiciyse yola nasıl çıkıyorsa yanına para almayı unutuyor herhalde diye düşündüm. “E bari şuradaki taksi durağında bozarlar belki bekle bir sorayım.” dedim ve indim. Döndüğümde onların da bozamadığını anlayan taksici iyice artistlenmişti. Sanki parasını vermiyormuşum gibi çalım yapıyordu. Sinirlenip yetişmem gereken bir deniz otobüsü olduğunu ve parayı ona sonra getireceğimi söyledim. Tam giderken “Giden geri gelmez!” diye seslendi. İyice sinirlenip el kol hareketi yaptım ve ardıma bakmadan gittim.

Deniz otobüsünden inip dolmuşa bindim. Dolmuştan inerken otomatik kapısına sıkışan parmağım sızım sızım sızladı. Bir bu eksikti diye düşündüm. İnip baktım. Başparmağım yallı yullu bir hal almıştı. Derisi kalmadığı yetmemiş gibi kanlar da akıyordu. Çocukluğumdan sonra çok az yerim kanadığı için acı kavramını unutmuş olsam gerek ağlayacak duruma geldim. Uzun süre dışarı çıkıyordum ve her türlü bela beni buluyordu. Migros’a girip Migros Kolonyalı Mendil aldım. Kolonyanın yaktığı yara temizlendi. Bir süre sonra kuzenimi bana doğru gelirken gördüm. Pizza Hut’a oturup yemek yemeye karar verdik. Pizzalar yendi, dedikodular yapıldı. Oradan kalkıp Djarum Black almaya giderken bulduk kendimizi. Gazetecide vardır belki diye düşünüp sorduk. Adam “Ali var bak orda Ali’ye git” diye fısıldayıp karşı kaldırımda bir yeri gösteriyordu. Anlamadığımız yere doğru gittik. Tekelci gibi bir yer bulduk. Utku inip yaşlı başlı adama “Ali sen misin biz Djarum Black istiyoruz.” dedi. Yaşlı başlı adam korkmuştu resmen ellerini havaya kaldırdı ve “valla ben de yok” gibisinden bir şeyler söyledi. Neler olduğunu tam anlayamadan Utku’yla yaşlı başlı adam gülüştüler. Sonunda Utku geldi ve yeri öğrendiğini söyledi. Dönercinin içinden geçip bir apartmana ulaştık. Artık yasa dışı bir olay üzerindeydik. Yıkık dökük apartman her şeyi açık açık göz önüne seriyordu. Apartman önünde bir adam durmuş bekliyordu. Sorduk, o da Ali’yi bekliyormuş. Aradan 10 dakika geçtiğinde Ali ortalarda yoktu ve kapıda kuyruk oluşmuştu. Tam yakalanacağımızı düşünüp baskın olacağını sandığım an Beşiktaş marşı çalan telefonuyla Ali belirdi. Utku Ali’yle muhabbet etti sigara almakla kalmayıp. Resmen arkadaş olmuşlardı. Ali’ye kendini hemen benimsetmişti. Dönüp giderken Ali’nin avukatı olmak istediğini bile söyledi. Avukat kuzen Utku 2 dakika ayaküstü muhabbet yaptığı sahte sigaracı Ali’nin şimdi avukatı olmak istiyordu. “Oha lan” dedim kendi kendime ve muhabbeti başka yerlere çektim ama bu Ali mevzusu burada sonuçlanmayacaktı.

Başka bir mekana yürürken yolda eski metalci yeni tikky Sena’yı gördüm. Güzelim kızıl saçlarını sarı gibi bir şey yapıp kendi tarzından iyice kopmuştu. Konuştuk ayaküstü. Ne o yanındaki güzel gibi kızı benle tanıştırdı ne de ben yanımdaki yakışıklı gibi kuzeni onla tanıştırdım. Yolumuza devam ettiğimiz sırada Utku niye tanıştırmadığımı üzülerek sordu. Nedenini benim de bilmediğimi söyledim ama kafayı takmıştı bir kere. Oradaki hıncını kızın tarzıyla benim tarzımı karşılaştırarak yapmaya karar vermişti. Eskiden bir rocker, bir metalci, bir gotik gibi olan Sena’nın şimdilerde tikky olmasına sevindiğini belirtti. Ardından benim hala mal gibi rocker gibi giyindiğimi söyledi. Konuştukça konuştu. Benim giyimimi ele aldı. Üstümdeki lacivert Kappa t-shirtten başladı, siyah kotumla ve siyah Adidas ayakkabımla devam etti. Konuşmasını bitirdiğinde yeni bir sosyal statü yaratmıştı. “Marka Rocker”. Tüm akşam boyunca marka rockerlık ve Ali üzerine muhabbet edildi. Gece olduğunda sadece bira içilip yer fıstığı yenen az kızlı bir mekana girdik. Yaralı başparmağım en çok sıkıntıyı burada kabuk soyarken çekti. İlerleyen saatlerde aramıza sonradan katılan Utku’nun arkadaşı ve Utku kalkıp İstanblue’ya gitmemiz gerektiğini söylediler. Sürekli İstanblue’yu övdüler, orada bir sürü kız olduğunu söylediler. Tekel bayii bulup birkaç birşeyler aldılar ve yola koyulduk. Yol Caddebostan sahilinde son buluyordu. Ortalıkta kapalı mekan ve kız göremediğim için şok olmuştum. Torbadan votka çıkardıklarında üstünde İstanblue yazıyordu. Benim için yine hayal kırıklığı yine hüsrandı. Bütün gece yenildi içildi ve eve dönülüp yatıldı. Ertesi gün uyandığımda bir önceki günün benim için anlamını ve kim olduğumu ekşisözlükte yeni bir başlık altında okudum.


marka rocker

  1. 18-19 yaşlarında "rocker" lığa adıma atan yurdum genci, ilerleyen 2 sene içerisinde etrafındaki güzel kızların, yeni yeni sosyal sınıflara dağılmasıyla arada kalır. yavru ceylan ya rockerlıkta ısrar edip günden güne hızmayla dövmeyle bedenini dolduracak, ya da;
    " lan tikymi olsam melisler pelinler cerenler birer birer etrafımdan salata yemeye dağıldılar!"
    stresiyle tiky olmayı da bi yandan gururuna yediremeyecek ve adidas, nike ve benzer marka önce siyah ardından çeşitli renklerde tshirtlerle gardrobunu dolduracaktır. o artık marka rockerdır,
    rock n coke 'dur, candır, canandır.